17 Haziran 2021

Tüm Benliğini İşe Getiren İnsan

Seksen yıl öncesine gidelim. Ford Motor Company’nin kurucusu Henry Ford, çalışanlarından beklentisini –belki kısmen dönemin koşulları gereği kısmen kendi bakış açısından kaynaklı olarak– şöyle ortaya koyar: İstediğim tek şey sadece bir çift elken neden tüm bir kişiliği işe alıyorum? Henry Ford muhtemelen burada cevabını beklemediği retorik bir soru soruyor. Hâlbuki günümüzde ‘çalışanın tüm benliğiyle işe gelmesi’ hem insan kaynakları ve yönetim tarafında hem de çalışan tarafında çokça kafa yorulan ve iyi niyetle yaklaşıldığında günümüz çalışma hayatının pek çok önemli sorununu çözmeye yardımcı olması umut edilen bir konu haline geldi. 

Tartışmaların çoğu çalışanın tüm benliğiyle işe gelmesinin mümkün olup olmadığı, bunun çalışan ve kurum üzerinde gerçekten anlamlı bir etki yaratıp yaratmadığı veya kurulması gereken bir denge, çizilmesi gereken kırmızı hatlar olup olmadığı üzerinde dönüyor. Bu tür kaygılar son derece makul. Fakat her şeyden önce bireyin çalışma ortamındaki hali ile çalışma hayatı dışındaki halinin birleşmesinden ya da örtüşmesinden neyi anlamamamız gerekiyor bunu sorgulamak gerek. 

Çalışanın benliğini işe getirmesi ne anlama gelmiyor? 

Tüm benliğini işe getirmek en gizli sırları ve duyguları meslektaşlara ve iş ilişkisi içinde bulunduğunuz diğer insanlara açıklamak zorunda olduğunuz anlamına gelmez. Şayet ırk, dil, din, cinsel yönelim ya da siyasi düşünce gibi son derece şahsi konuları paylaşmak istemiyorsanız kimse sizi buna zorlayamaz. Ama bir şeyi atlamayalım: Çalışan paylaşmak ve konuşmak istediğinde ona kendini güvende hissedeceği, düşmanlık ya da aşağılanmayla karşılaşmayacağından emin olduğu bir çalışma ortamı sağlayabilmeliyiz. 

Kişinin kendisini işe getirmesi ne demek?

Çalışanın sahici kimliğini ofis kapısının (ya da bugün çoğunlukla Zoom ekranının) dışında bırakmamasıdır. Bunun için kırılgan olabilmeyi göze almaktan, hataları konuşma cesaretini göstermekten, risk alabilmekten ve yardım istemekten çekinmeyen çalışanlara ihtiyacımız var.

Kırılgan kelimesini biraz açalım. Kimse savunmasız kalmak istemez ama kırılgan olmayı normalleştirdiğimizde aslında özümüzü keşfetmemizi sağlayacak pek çok soruyu kendimize sormaya izin veriyoruz. Evde kimiz? İş yerinde kimiz? Bu iki ortamda çok farklı davranıyorsak, neden? Farklı roller üstlenmemiz gerektiğini mi hissediyoruz yoksa iş yerimizde gerçek benliğimizi yaşamaktan rahatsız mıyız? Ve eğer öyleyse bunun nedeni çalıştığımız yerin kültüründen mi kaynaklanıyor? 

Frederic Laloux’un Reinventing Organisations kitabında benliği ele alış şekli günümüzün çalışma dünyasının beklenti ve ihtiyaçlarını yansıtıyor bir bakıma. Laloux diyor ki:

“Her birimiz ayrı ayrı ama aynı derecede değerliyiz. Bireylerin özgünlüklerini ortaya koymalarına izin verdiğimizde ve üstlendikleri rollerde, eğitimlerinde, ilgi alanları ve yeteneklerinde ve bakış açılarındaki farklılıkların kıymetini bildiğimizde toplumlarımız en zengin haline kavuşacaktır.” 

Bütünsellik, sağlıklı bir çalışma kültürü inşa etme noktasında insan kaynaklarının kafasını oldukça meşgul eden bir kavram. Bizi biz yapan özelliklerimiz ve hallerimizle işimize gelebiliyorsak burada bütünsellikten bahsedebiliriz. Tutkularımız ve güçlü yanlarımız, mutluluklarımız ve kaygılarımız, ilişkilerimiz, partnerlerimiz ve çocuklarımız ile çalışma hayatımız arasında aşılamaz bir duvar varsa çalışanın tüm benliğiyle işe gelmesine müsait bir ortamın varlığından da söz etmek güç. Diyebiliriz ki bütünsellik, çalışanın, gerçek kimliğini yaşamasına izin verirken kişiliğini oluşturan kimi özellikleri çalışma saatleri boyunca askıya asmak zorunda olduğu hissinden de uzaklaşmasını sağlar. 

 

İş yerinde Kendin olmak neden önemli?

Bring Your Whole Self to Work adlı kitabın yazarı Mike Robbins, özellikle günümüzün profesyonel dünyasında başarılı olmak için yaptığımız işe tüm benliğimizi katmaya istekli olmamız gerektiğini düşünüyor. Bireyler oldukları kişiyi işe getirmekten çekinmiyorsa ve kendilerini güvende hissediyorsa kapsayıcı, farklı düşüncelere ve eğilimlere açık bir çalışma kültürü yaratıldığından söz edebileceğimizi belirtiyor. 

Robbins, çalışanları tüm benlikleriyle işe gelmeye teşvik edecek bir ortamın oluşturulmasında “sahiciliği” anahtar kelime olarak görüyor. Çalışan bağlılığını ve performansını artırıp ilişkileri kuvvetlendirecek bir atmosfer yaratmak isteyen yönetici ve liderlere “beklentilerin yüksek ama sağlıklı bir düzeyde belirlenmesini” ve “büyümeye yeterince imkân tanınmasını” tavsiye ediyor. 

Başarılı olmayı istemek ve başarımızı sürdürmek için beklentilerin yüksek tutulmasında bir sakınca yok. Fakat yüksek beklentilerin aynı zamanda sağlıklı bir düzeyde olması gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, mükemmeliyeti –olabildiğince– hedeflemek ama bunu sağlıksız bir baskı aracı olarak kullanmamak çalışanları hem imkânsızın peşinde koştukları hissinden kurtarıyor hem de potansiyellerini ortaya çıkarmaya teşvik ediyor. Büyümeye ve gelişmeye imkân tanıyan besleyici bir ortamda bireyler yalnızca yaptıkları işler için değil aynı zamanda sahip oldukları özellikler için de değer görür, fark edilir ve önemsenir. Çalışanlar hata yaptıklarında bunu konuşmaktan çekinmez ve destek ararken, dertlerini anlatırken ve karşı görüş bildirirken kendilerini güvende hissederler. Yine Robbins’e göre besleyici ortamlar şefkatin ve empatinin en gerçek halinin yaşanmasına, bireylerin önemsendiklerini ve desteklendiklerini hissetmelerine imkân tanır. 

Bir çift el hâlâ çok değerli olsa da günümüzün iş dünyası çalışandan tüm benliğini işe getirmesini bekliyor. Pekâlâ, bu mümkün mü? Bu soruya kesin bir yanıt veremeyiz ama araştırmalar ve genel eğilim bunun belli bir dereceye kadar olabilirliğini savunuyor. Çalışan hâlâ profesyonel bir ortamda bulunduğunu ve gerek kendi bireysel gelişimi gerek kurumunun amaç ve vizyonu açısından belli başlı sorumlulukları olduğunu hatırlayarak tüm benliğini işe gelirken yanında getirebilir. Diğer tarafta iş dünyasından da çalışanı bu yolda desteklemesi, farklılığa, çeşitliliğe ve şeffaflığa kucak açan bir kültür inşa etmesi beklenir. 

Özetle; işe ‘kendimizi’ getirmek aslında hem olduğumuz hem de halen gelişen, değişen ve dönüşen benliğimizi getirmektir. Yani, olmak istediğimiz kişiyi getirmektir. Karakteristik özellikleri kucaklayıp kişiler arası ilişkilerin serpilmesine izin veren kültürler yaratmak çalışanın tüm benliğini işe getirmesi fikriyle daha zahmetsizce uzlaşmasına yardımcı olurken onu saklı potansiyelini gerçekleştirmeye de teşvik eder. 

Gerçek benliğini yaptığı işe katmaktan çekinmeyen ve fikirlerinin dikkate alınacağını hisseden bireyler keyifli bir esenlik yolculuğuna çıkarlar. Hayat boyu süren bir yolculuk olur bu; her birey kendi hızında ve rotasında çizer yolunu çünkü kendini keşfetmesinin önü açılmış, gerçek benliğiyle özleşebilmiştir. 

Bireyler bir topluluk olarak kurumların yararına çalışır ama her birinin bu bütün içinde ayrı ayrı özellikleri ve hikâyeleri vardır. Muhteşem bir hikâye anlatıcısı olan Brené Brown bakın ne diyor: “Ya kendi hikâyenin satırları arasında yürümeye başlar ve onu sahiplenirsin ya da hikâyen akıp giderken onu dışarıdan izler ve değer görme çabasıyla didinip durursun.” 



 

Kaynaklar:

Bring yourself to work - Huffpost

Wholeness - Buffer.com

How to bring your whole self to work - greatergood.berkeley.edu

 

Yazan: Burcu Uluçay

Sonrakini Okuyun

Güçlü çalışanlar, liderler ve şirketler… Wellbees'in koçluk, bilim ve teknolojisinin tüm bunları nasıl ortaya çıkardığını görün.

Demo için iletişime geç